NAZIM HİKMET
| 
|
--------------------------------------------------------------------------------

| 15 Ocak 1902’de Selanik’te doğdu. 3 Haziran 1963'te Moskova'da yaşamını yitirdi. Dedesi Mevlevi tarikatından Nâzım Paşa. Midhat Paşa'nın yakın arkadaşı. Babası Hikmet Bey, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) mezunu, Kalem-i Ecnebiye'ye bağlı bir memur. Annesi Celile Hanım, dilci, eğitimci Enver Paşa'nın kızı. İlkokuldan sonra arkadaşı Vâlâ Nurettin'le birlikte Mekteb-i Sultani'nin hazırlık sınıfına yazıldı. Ailesi parasal sıkıntıya düşünce ertesi yıl Nişantaşı Sultanisi'ne devam etti. Dedesi Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiir yazmaya başladı. 1917'de Heybeliada Bahriye Mektebi'ne girdi. 1919'da mezun oldu, Hamidiye Kruvazörü'ne güverte subayı olarak atadı. Aynı yıl kış aylarında daha önce yakalandığı zatülcenp hastalığı tekrar etti. Sağlık kurulu raporuyla 1920'de askerlikten çıkarıldı. Bu sırada hececi şairler arasında genç bir ses olarak ünlendi. Bahriye Mektebi'nden öğretmeni olan Yahya Kemal Beyatlı'ya hayrandı. Yazdığı şiirleri gösterip eleştirilerini alıyordu. 1920'de Alemdar Gazetesi'nin düzenlediği yarışmada birincilik kazandı. Bu ödül ününü artırdı. İstanbul'un işgal altında olduğu günlerde heyecanlı direniş şiirleri yazdı. 1921'de arkadaşı Vâlâ Nurettin ile birlikte Ankara'ya gitti.
|
İstanbul gençliğini milli mücadeleye katılmaya çağıran bir şiir yazdılar. Şiir çok beğenilince Bolu'ya öğretmen olarak atandılar. Bolu'da kalpaklı bu iki genç tepki gördü. Peşlerine gizli polis takıldı. Nâzım ile Vâlâ Nurettin Moskova'ya gitmeye karar verdiler. Batum üzerinden Moskova'ya ulaşıp "Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi"ne kaydoldular. Nâzım burada "serbest şiirle" tanıştı. İlk serbest şiirlerini yazdı. Bunlardan bazıları 1923'te Yeni Hayat, Aydınlık gibi dergilerde yayınlandı.
Üniversiteyi bitirince 1924'te sınırdan gizlice geçerek Türkiye'ye girdi. Aydınlık dergisinde çalışmaya başladı. İzlendiğini anlayınca İzmir'e geçti. 1925'te Şeyh Sait isyanı nedeniyle başlatılan soruşturmalar sırasında gıyabında 15 yıla mahkum edildi. Tekrar yurtdışına kaçtı. 1926'da çıkan aftan yararlandırılmadı. Gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla 3 ay daha hapse mahkum edildi. 1928'de Bakü'de ilk şiir kitabı "Güneşi İçenlerin Türküsü" basıldı. Aynı yıl yine gizlice Türkiye'ye döndü. Yakalanıp Ankara'ya götürüldü. Kısa bir tutukluluğun ardından serbest kaldı. İstanbul'da Zekeriya Sertel'in yayınladığı "Resimli Ay" dergisinin yazarları arasına katıldı. 1929'da "Putları Yıkıyoruz" başlığıyla bir yazı hazırlayıp Abdülhak Hamid Tarhan, Mehmet Emin Yurdakul gibi dönemin etkili şairlerine yönettiği saldırılar büyük ilgi gördü. "1929'da "835 Satır", "Jokond ile Sİ-YA-U", ertesi yıl "Varan 3+1+1=1" kitapları yayınlandı. 1930'da "Salkımsöğüt" ile "Bahri Hazer" şiirlerini Columbia firmasının girişimiyle plağa okudu. Plak halktan büyük ilgi görünce hakkında şiir kitapları nedeniyle dava açıldı. 1932'de "Benerci Kendini Niçin Öldürdü" ile "Gece Gelen Telgraf" kitapları basıldı. 1932'de "Kafatası", 1933'te "Bir Ölü Evi" adlı oyunları İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelendi.
1932'de bir bildiri nedeniyle başlatılan tutuklamalar sırasında gözaltına alındı. 1933'te Bursa Cezaevi'ne gönderildi. 5 yıl hapse mahkum oldu. Kısa bir süre tutuklu kalıp salıverildi. 1935'de Piraye Altınoğlu ile evlendi. Akşam gazetesinde "Orhan Selim" takma ismiyle fıkralar yazmaya başladı. Yine farklı isimlerle romanlar, oyunlar, operetler yazdı. 1935'te "Taranta Babu'ya Mektuplar" kitabı yayınlandı. "Unutulan Adam" oyunu şehir tiyatrolarında sahneye kondu. "Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı" kitabı 1936'da yayınlandı. 1938'de Harp Okulu öğrencilerini isyana teşvik suçlamasıyla bir kez daha tutuklandı. Ankara Cezaevi'ne kondu. 15 yıl hapse mahkum edildi. İstanbul Cezaevi'ne getirildi. Askeri Mahkeme'de de ayrıca yargılanıp bir 20 yıl hapse daha mahkum oldu. 1940'ta önce Çankırı ve sonra Bursa Cezaevi'de kondu. 10 yılı aşkın cezaevlerinde kaldı. Yayınlatamamasına rağmen sürekli yazdı. Serbest bırakılması için başlatılan çabalar sonuç vermedi. 1950'de açlık grevine başladı. Sağlık durumu iyi olmadığı için İstanbul'da Cerrahpaşa Hastanesi'ne kaldırıldı. 1950'de yürürlüğe giren af yasasıyla tekrar özgürlüğüne kavuştu. Piraye Hanım'dan ayrılıp cezaevinde sürekli ziyaretine gelen dayısının kızı Münevver Andaç ile evlendi. Doğan oğullarına Mehmed adını verdiler. Sürekli izlendiğini anlayınca tekrar yurtdışına gitmeye karar verdi. 1951'de Karadeniz yoluyla Bulgaristan ve Romanya üzerinden Moskova'ya gitti.
25 Temmuz 1951'de Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı. Yurtdışında birçok uluslararası kongreye katıldı. Kitapları birçok dile çevrildi. 1959'da kendisinden 30 yaş küçük olan Rus Vera Tulyakova ile evlendi. 1963'te bir kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Moskova'da Novodeviçiy Mezarlığı'nda toprağa verildi. İlk şiirlerini hece vezniyle yazdı. Ama içerik bakımından diğer hececi şairlerden uzaktı. Toplumsal içerikli bir şiir kurdu. Moskova'daki yıllarında özellikle geleçekçiliğin önemli isimlerinden Mayakovski'nin etkisiyle hece veznini bırakıp serbest şiire yöneldi. "835 Satır" kitabı yayınlandığında büyük şaşkınlık yarattı. Ama Ahmet Haşim, Yakup Kadri gibi şairler ondan övgüyle sözetti. Kendisini izleyen genç şairler de serbest şiire yöneldi. 1936'ya kadar yayınlanan kitaplarıyla Cumhuriyet dönemi şiirinin değerlerini kökünden sarstı. "Şeyh Bedrettin Destanı"nda ise şiirini tam anlamıyla bir ulusal bireşime ulaştırdı. Divan ve halk şiiri söyleyişlerini, çağdaş bir şiir anlayışı içinde eritti. En önemli eserlerinden "Memleketimden İnsan Manzaraları"nı 1941'de cezaevinde yazmaya başladı. 2'nci Meşruriyet'ten 2'nci Dünya Savaşı'na kadar uzanan geniş bir zaman diliminin öyküsünü bu eserinde destanlaştırdı. Düzyazı, şiir, senaryo tekniklerinin iç içe kullanıldığı bu eser, yeni bir türün habercisi oldu. Şiir kitapları 1938'den 1965'e kadar Türkiye'de basılamadı. Ancak, ölümünden iki yıl sonra 1965'ten itibaren yayınlanabildi.
--------------------------------------------------------------------------------
ESERLERİ
Nâzım Hikmet’in ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü, 1928’de Bakû’de yayımlandı. Bu kitaptaki şiirler daha sonra Türkiye’de basılan kitaplarında şairin yasaları gözeterek yaptığı bir iki değişiklikle yer aldı. Türkiye’de 1929-1938 arasında yayımlanan kitapları şunlar:
|
ŞİİR:
835 Satır (1929)
Jokond ile Sİ-YA-U (1929)
Varan 3 (1930)
1+1=1 (1930)
Sesini Kaybeden Åžehir (1931)
Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932)
Gece Gelen Telgraf (1932)
Portreler (1935)
Taranta-Babu’ya Mektuplar (1935)
Simavne Kadısı Oğlu şeyh Bedreddin Destanı (1936)
| ROMAN-ÖYKÜ-MASAL:
Kan KonuÅŸmaz
YeÅŸil Elmalar
Yaşamak Güzel şey Be Kardeşim
Hikâyeler
Çeviri Hikâyeler
Masallar
(Nâzım Hikmet yalnızca Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim adlı romanıyla Sevdalı Bulut adlı masallar kitabını kendi adıyla yayımlamıştı. Ötekiler para kazanmak için acele yazılıp gazetelerde takma adlarla yayımlanmış ürünlerdir.)
| OYUN:
Kafatası (Ocak Başında; Kafatası; Bir Ölü Evi; Unutulan Adam; Bu Bir Rüyadır)
Ferhad ile ÅŸirin (Yolcu; Ferhad ile ÅŸirin; Sabahat; Enayi)
Yusuf ile Menofis (Allah Rahatlık Versin; Evler Yıkılınca; Yusuf ile Menofis; İnsanlık Ölmedi Ya; İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?)
Demokles’in Kılıcı (İstasyon; İnek; Demokles’in Kılıcı; Tartüf - 59)
Kadınların İsyanı (Kadınların İsyanı; Yalancı Tanık; Kör Padişah; Her şeye Rağmen)
|
YAZILAR:
Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil
Yazılar (1924-1934)
Yazılar (1935)
Yazılar (1936)
Yazılar (1937-1962)
KonuÅŸmalar
(Nâzım Hikmet’in bu kitaplarda yer alan
yazılarının büyük çoğunluğu çeşitli takma
adlarla gazetelere yazdığı köşe yazılarıdır.)
| MEKTUPLAR:
Nâzım ile Piraye
Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar
Dört Hapisaneden (1966)
Rubailer (1966)
Ferhad ile Åžirin (1965)
Sabahat (1965)
Memleketimden İnsan Manzaraları (5 cilt, 1966-1967)
| DİĞER:
Şeyh Bedreddin Destanına Zeyl, Millî Gurur (1936)
İt Ürür Kervan Yürür (Orhan Selim adıyla fıkralar, 1936)
Alman Faşizmi ve Irkçılığı (inceleme, 1936)
Sovyet Demokrasisi (inceleme, 1936)
Saat 21-22 ÅŸiirleri (1965)
|
ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER
Çankırı Hapishanesinden Mektuplar
Bulutlar Adam Öldürmesin
SEVİYORUM SENİ
Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi
geceleyin ateşler içinde uyanarak
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi
ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz
Telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi
seviyorum seni denizi uçakla ilk defa geçer gibi.
İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık
içimde kımıldayan bir şeyler gibi
seviyorum seni "Yaşıyoruz çok şükür!" der gibi.
|
CEVİZ AĞACI
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda
Budak budak, ÅŸerham ÅŸerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
|
DAVET
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın
yok edin insanın insana kulluğunu
bu davet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine
bu hasret bizim...
|
YAŞAMAYA DAİR
1
YaÅŸamak ÅŸakaya gelmez
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın
yani o derecede, öylesine ki
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda
yahut kocaman gözlüklerin
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaÅŸamak olduÄŸunu bildiÄŸin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı
yetmiÅŸinde bile, mesela, zeytin dikeceksin
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için
yaşamak yanı ağır bastığından.
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız
yani, beyaz masadan
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
3
Bu dünya soğuyacak
yıldızların arasında bir yıldız
hem de en ufacıklarından
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil
boÅŸ bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun
duyulacak mahzunluÄŸu ÅŸimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...
|
ÇANKIRI HAPİSHANESİNDEN MEKTUPLAR
Saat dört
yoksun
Saat beÅŸ
yok
Altı, yedi
ertesi gün, daha ertesi
ve belki
kim bilir...
Hapisane avlusunda
bir bahçemiz vardı.
Sıcak bir duvar dibinde on beş adım kadardı.
Gelirdin
yan yana otururduk
kırmızı ve kocaman
muÅŸamba torban dizlerinde...
Kelleci Memedi hatırlıyor musun?
Sübyan koğuşundan.
Başı dört köşe
bacakları kısa
ve kalın
ve elleri ayaklarından büyük.
kovanından bal çaldığı adamın
taşla ezmiş kafasını.
"hanım abla" derdi sana.
Bizim bahçemizden küçük bir bahçesi vardı
tepemizde
yukarda
güneşe yakın
bir konserve kutusunun içinde...
Bir cumartesi gününü
hapisane çeşmesiyle ıslanan
bir ikindi vaktini hatırlıyor musun?
Bir türkü söylediydi kalaycı Şaban Usta,
aklında mı:
"Beypazarı meskenimiz, ilimiz
kim bilir nerede kalır ölümüz....?"
O kadar resmini yaptım senin
bana birini bırakmadın.
Bende yalnız bir fotoğrafın var:
bir başka bahçede
çok rahat
çok bahtiyar
yem verip tavuklara gülüyorsun.
Hapisane bahçesinde tavuklar yoktu
fakat pek âlâ gülebildik
ve bahtiyar olmadık değil.
Nasıl haber aldık
en güzel hürriyete dair
nasıl dinledik ayak seslerini
yaklaşan müjdelerin,
ne güzel şeyler konuştuk
hapisane bahçesinde...
|
YATAR BURSA KALESİNDE
Sevdalınız komünisttir
on yıldan beri hapistir
yatar Bursa kalesinde.
Hapis ammâ, zincirini kırmış yatar
en âlâ mertebeye ermiş yatar
yatar Bursa kalesinde.
Memleket toprağındadır kökü
Bedreddin gibi taşır yükü
yatar Bursa kalesinde.
Yüreği delinip batmadan
şarkısı tükenip bitmeden
cennetini kaybetmeden
yatar Bursa kalesinde.
|
KARLI KAYIN ORMANINDA
Karlı kayın ormanında
yürüyorum geceleyin.
Efkârlıyım, efkârlıyım
elini ver, nerde elin?
Ayışığı renginde kar
keçe çizmelerim ağır.
İçimde çalınan ıslık
beni nereye çağırır?
Memleket mi, yıldızlar mı
gençliğim mi daha uzak?
Kayınların arasında
bir pencere, sarı sıcak.
Ben ordan geçerken biri:
"Amca, dese, gir içeri."
Girip yerden selamlasam
hane içindekileri.
Eski takvim hesabıyle
bu sabah başladı bahar.
Geri geldi Memed'ime
yolladığım oyuncaklar.
Kurulmamış zembereği
küskün duruyor kamyonet
yüzdüremedi leğende
beyaz kotrasını Memet.
Kar tertemiz, kar kabarık
yürüyorum yumuşacık.
Dün gece on bir buçukta
ölmüş Berut, tanışırdık.
Bende boz bir halısı var
bir de kitabı, imzalı.
Elden ele geçer kitap
daha yüz yıl yaşar halı.
Yedi tepeli ÅŸehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp
ne de düşünmek ölümü.
En acayip gücümüzdür
kahramanlıktır yaşamak:
Öleceğimizi bilip
öleceğimizi mutlak.
Memleket mi, daha uzak
gençliğim mi, yıldızlar mı?
BayramoÄŸlu, BayramoÄŸlu
ölümden öte köy var mı?
Geceleyin, karlı kayın
ormanında yürüyorum.
Karanlıkta etrafımı
gündüz gibi görüyorum.
Şimdi şurdan saptım mıydı
ÅŸose, tirenyolu, ova.
Yirmi beÅŸ kilometreden
pırıl pırıldır Moskova...
|
BEN SENDEN ÖNCE
Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi
beni yaktırırsın
odanda ocağın
üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
ÅŸeffaf
beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin
Fedakârlığımı anlıyorsun:
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama
biz
o zamana kadar
o kadar karışacağız ki birbirimize
atıldığımız çöplükte bile
zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak iki çiçek açacak:
biri
sen
biri de
ben.
Ben
daha olumlu düşünüyorum
Ben daha bir çocuk doğuracağım
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze ÅŸeklini.
Ben ölünceye kadar da
Bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?
İçimden bir şey:
belki diyor.
|
GİDERAYAK
Giderayak iÅŸlerim var bitirilecek
giderayak.
Ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.
Kuyudan çektim suyu
ama bardaklara konulamadı.
Güller dizildi tepsiye
ama taştan fincan oyulamadı.
Sevdalara doyulamadı.
Giderayak iÅŸlerim var bitirilecek
giderayak.
|
VEDA
Hoşça kalın
dostlarım benim
hoşça kalın!
Sizi canımda
canımın içinde
kavgamı kafamda götürüyorum.
Hoşça kalın
dostlarım benim
hoşça kalın...
Resimlerdeki kuÅŸlar gibi
dizilip üstüne kumsalın
mendil sallamayın bana.
İstemez...
Ben dostların gözünde kendimi
boylu boyumca görüyorum...
A dostlar
a kavga dostu
iÅŸ kardeÅŸi
a yoldaÅŸlar a..!!.
Tek hecesiz elveda..
Geceler sürecek kapımın sürgüsünü
pencerelerde yıllar örecek örgüsünü.
Ve ben bir kavga şarkısı gibi haykıracağım
mapusane türküsünü.
Yine görüşürüz
dostlarım benim
yine görüşürüz...
Beraber güneşe güler
beraber dövüşürüz...
A dostlar
a kavga dostu
iÅŸ kardeÅŸi
a yoldaÅŸlar a..!!.
ELVEDA..!!..
|
VASİYET
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü
ölürsem kurtuluştan önce yani
alıp götürün
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.
Hasan beyin vurdurduÄŸu
ırgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.
Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu
tarlalar orta malı, kanallarda su
ne kuraklık, ne candarma korkusu.
Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz
toprağın altında yatar upuzun
çürür kara dallar gibi ölüler
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.
Ama bu türküleri söylemişim ben
daha onlar düzülmeden
duymuşum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden.
Benim sessiz komÅŸulara gelince
şehit Ayşe'yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan.
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani
- öyle gibi de görünüyor -
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse
tepemde bir de çınar olursa
taÅŸ maÅŸ da istemez hani...
|
BİR HAZİN HÜRRİYET
Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu
bir lokma bile tatmadan yoğurursun bütün nimetlerin hamurunu.
Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında
ananı ağlatanı Karun etmek hürriyetiyle
hürsün!
Sen doÄŸar doÄŸmaz dikilirler tepene
işler ömrün boyunca durup dinlenmeden yalan değirmenleri
büyük hürriyetinle parmağın şakağında düşünürsün
vicdan hürriyetiyle
hürsün!
Başın ensenden kesik gibi düşük
kolların iki yanında upuzun
büyük hürriyetinle dolaşıp durursun
işsiz kalmak hürriyetiyle
hürsün!
En yakın insanınmış gibi seversin memleketini
günün birinde, mesela, Amerika'ya ciro ederler onu
seni de büyük hürriyetinle beraber, hava üssü olmak hürriyetiyle
hürsün!
Yapışır yakana kopası elleri Valstrit'in
günün birinde, diyelim ki, Kore'ye gönderilebilirsin
büyük hürriyetinle bir çukuru doldurabilirsin
meçhul asker olmak hürriyetiyle
hürsün!
Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil
insan gibi yaşamalıyız dersin
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi
yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetiyle
hürsün!
Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında
hürriyeti seçmene lüzum yok
hürsün.
Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.
|
GÖZLERİN
Gözlerin gözlerin gözlerin
ister hapisaneme, ister hastaneme gel
gözlerin gözlerin gözlerin hep güneşte
şu Mayıs ayı sonlarında öyledir işte
Antalya tarafında ekinler seher vakti.
Gözlerin gözlerin gözlerin
kaç defa karşımda ağladılar
çırılçıplak kaldı gözlerin
altı aylık çocuk gözleri gibi kocaman ve çırılçıplak,
fakat bir gün bile güneşsiz kalmadılar.
Gözlerin gözlerin gözlerin
gözlerin bir mahmurlaşmaya görsün
sevinçli bahtiyar
alabildiğine akıllı ve mükemmel
dillere destan bir şeyler olur dünyaya sevdası insanın.
Gözlerin gözlerin gözlerin
sonbaharda öyledir işte kestanelikleri Bursa'nın
ve yaz yaÄŸmurundan sonra yapraklar
ve her mevsim ve her saat İstanbul.
Gözlerin gözlerin gözlerin
gün gelecek gülüm, gün gelecek
kardeÅŸ insanlar birbirine
senin gözlerinle bakacaklar gülüm
senin gözlerinle bakacaklar.
|
BULUTLAR ADAM ÖLDÜRMESİN
Analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
Koşuyor altı yaşında bir oğlan
uçurtması geçiyor ağaçlardan.
siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.
Çocuklara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
Gelinler aynada saçını tarar
aynanın içinde birini arar.
Elbet böyle sizi de aradılar.
Gelinlere kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
İhtiyarlıkta aklına insanın
tatlı anıları gelmeli yalnız.
Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın
efendiler, siz de ihtiyarsınız.
Bulutlar adam öldürmesin.
|
KARIMA MEKTUP
Bir tanem!
Son mektubunda:
"Başım sızlıyor
yüreğim sersem!"
diyorsun.
"Seni asarlarsa
seni kaybedersem;"
diyorsun;
"yaÅŸayamam!"
Yaşarsın karıcığım
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlarda
ölüm acısı.
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boÅŸuna bakacaklar
Nâzım'a!
Ben
alaca karanlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim.
ve yalnız
yarı kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim...
Karım benim!
İyi yürekli
altın renkli
gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın.
daha dava ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
kellesini adamın.
Haydi bunlara boÅŸ ver.
Bunlar uzak bir ihtimal.
Paran varsa eÄŸer
bana fanila bir don al.
tuttu bacağımın siyatik ağrısı.
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı.
|
DURUP DURURKEN
Durup dururken içimde bir şeyler kopup tıkıyor boğazımı,
Durup dururken sıçrayıp kalkıyorum yarıda bırakıp yazımı,
Durup dururken rüya görüyorum bir otelde, holde, ayakta,
Durup dururken çarpıyor alnıma kaldırımdaki ağaç,
Durup dururken bir kurt uluyor aya karşı bahtsız, öfkeli, aç,
Durup dururken yıldızlar inip sallanıyor bir bahçede, salıncakta,
Durup dururken mezardaki halim geçiyor aklımdan,
Durup dururken kafamda bir güneşli duman,
Durup dururken hiç bitmeyecekmiş gibi bağlanıyorum başladığım güne,
Ve her seferinde sen çıkıyorsun suyun yüzüne...
|
|